KARACALAR - 1976
Kar atıştırıyor, yerler buzlu, uçsuz bucaksız gibi görünen beyazlık… Şubat ayı ve iddialı bir soğuk var. Sırtımda kalın bir parka olduğundan dert değil ama bilmediğin bir yerde asfalttan ayrılıp karla kaplı köy yolunda ağır bavulla bir saat yürümek… Üstüne üstlük hava da kararmaya başlamaz mı? On beş dakika kadar yürüyünce hafiften atıştıran kar da tipiye dönmeye başladı. Yav, insan bavulunda bir çift eldiven bulundurmaz mı?
Tam korkudan ödüm atmaya başlayacağı sıra arkadan gar gar gar bir traktör sesi, yanımda duruyor:
“La sen dellendin mi? Bu soğukda yörünür mü? Donacaan bin yanıma, bavulunu da şuraya goy…”
Yaşamımda ilk kez traktörle yolculuk yapıyorum. Yol bozuk olunca traktör çekirge gibi hoplaya zıplaya gidermiş, orada öğrenmiş oldum.
“Sıkı dutun, düşme depe üstü…”
Yandaki demirlere sıkı sıkı tutunmazsan tepe üstü aşağıdasın. Demirler soğuktan buz gibi, elimde eldiven yok, zor bir durum…
“Aha Garacalar bura. Ben Baharözü’ne gidiyom. Okul şura, şu köprünün üsdünden geç, yörüyüver.”
Etrafıma bakınıyorum: Eveet, işte Fakir Baykurt’un anlattığı köylerimizden biri. Romanlarının çoğunu okumuşum. Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ü zaten bavulumda…
Köprünün üstünden yürürken, yapraksız dallarına kar kümeleri yüklenmiş, dere boyunca upuzun bir kavak ağacı dizisi dikkatimi çekiyor. Çok fazla var, kesip satsalar iyi para eder.
Kiremitsiz düz damlı 40-50 kerpiçten ev, ortada bir cami, caminin önü -köyün de tam ortası- yuvarlakça çevrilmiş mezarlık, ileride mezarlığın diğer yanında okul. Köyün ortasında da mezarlık mı olurmuş, ilk burada görüyorum, bırrr. Birkaç evin önünde birer traktör var, bunlar köyün varlıklıları olmalı. Önünden geçtiğim her evden bir köpek havlaması yükseliyor. Köye bir yabancının girdiğini hissettiler herhalde, gelip bana saldırmasalar bari… Neyse, köpek saldırısına uğramadan okula ulaşıyorum. Okuldan sonra ev yok, bir tepe başlıyor. Öğretmen çalışkan herhalde, okul bahçesinde çokça elma ağacı var.
Okul binasının yan tarafından girişli iki oda bir mutfak lojmanın kapısını Adil öğretmen açıyor, kendimi tanıtıyorum. Yanında kasketli iri yapılı biri, o da “Hoş geldin,” diyor. Gözlerinin içi mi gülüyor, yoksa bana mı öyle geldi?
“Eeee Seferaa yeni öğretmenimiz de geldi. Artık ben yarın giderim.”
Adil öğretmen yirmi yılını burada geçirmiş, biraz da kendi köyü Deliilyas’ta görev yapıp emekliye ayrılacakmış. Çayımızı içerken biraz sohbet ediyoruz. Beni hiç gözleri tutmadı, bunu hissediyorum. Sakal tıraşını yeni olmaya başlamışım…
“Seferaa, hava iyice kararmadan köyü bir dolaşsam?”
Gülüşüyorlar.
“La aha işte köy... Nesini dolaşacaan?”
Bulunduğumuz yerden köyün tüm evleri ve sokakları göz önünde; acemice ettiğim lafa kendim de gülüyorum.
Seferaa’nın, sonradan orada geçirdiğim iki buçuk yılda en yakınım, koruyucum ve kollayıcım olacağını o anda bilmiyorum.
Adil öğretmenin lojmanındaki uzun sohbetin ardından Seferaa beni okulun hemen yanındaki evine götürüyor. Gece bastırdı, ortalık kapkaranlık, tipi artarak sürüyor. Elektrik yok Karacalar’da, gaz lambaları yakılıyor. Gene de çok karanlık, ürperiyorum.
Konuk odası açılıp tezek sobası yakılıyor, sofra kuruluyor; inanılmaz lezzetli, üstüne kızarmış tereyağı gezdirilmiş bulgur pilavı, ayran, yeni tanıştığım lavaş… Lavaşlar üst üste yığılı, bir tane aldığında hemen yığının üstüne iki tane koyuyorlar. Misafirin ne kadar yediği anlaşılmasın diyeymiş, ince düşünce.
“Gız Selma, yeni oretmene hoş geldin de… Mukremin’e, Selaattin’e, Tahsin’e sesle onlar da gelsin.”
Bunlar Seferaa’nın çocukları, müstakbel öğrencilerim.
Sofra kalktıktan sonra insanlar gelmeye başlıyor, hepsi kasketli. Her giren elimi sıkıyor.
“Hoş geldin.”
“Hoş bulduk.”
“Nassın, nöörüyon?”
Ardından oturuyor, orada bulunan herkes sırayla elini göğsüne doğru götürüp “merhaba” diyor, yeni gelen de hepsine ayrı ayrı “merhaba” diyor.
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
Bulunduğum ortam, yaşadıklarım, bu insanlar bana öyle yabancı ki, apayrı bir dünyadayım. Büyükçe odada başköşede çocuk görünümlü ben, yanımda Seferaa ve yan yana büyük yaştan küçüğe doğru büyük bir “U” biçiminde, minderlere bağdaş kurup oturmuş 20-30 kasketli. Kasket hep kafadadır, hiçbir zaman çıkmaz...
Diğerlerinden biraz daha farklı bir saygıyla karşılanan biri daha geliyor. İnce yüzlü, esmer, ufak boylu biri. Tanıtıyorlar: Muhtar Âmet.
“Hoş gelmişsin hoca, nassın, nöörüyon?”
Elimi sıkıp Seferaa ile aramıza, yanıma oturuyor. Merhaba seremonisi bir daha:
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
“Merhaba” “Merhaba”
Daha sonra Muhtar Âmet ile çok güzel bir dostluğumuz olacaktır.
* * *
Ayrılışımdan yedi sekiz yıl sonra köye ilk gidişimde beni köyün ortasındaki mezarlığa götürdüler. Diğerleri üç Kulhü bir Elham okurken Muhtar’ın oğlu İsmail, delikanlı olmuş artık, kulağıma fısıl fısıl anlattı:
“Yüksek tansiyon hastasıydı hocam, bu sebepten beyin ganaması geçirdi, gurtaramadık bubamı…”
Allah rahmet eylesin, çok iyi bir insandı Muhtar Âmet. Ardından eniştesi Seferaa muhtar seçilmiş. Seferaa’nın karısı Ayşaana Muhtar Âmet’in kız kardeşidir.
* * *
Aşırı demli çayın tüketimi müthiş. Ve sarma sigara: Konik biçimde, kalınca sarılıyor, o kadar ustaca yapıyorlar ki şaşırıyorum. “Bunu öğrenmeliyim.”
Herkes gidince aynı odada yer yatağı seriliyor tertemiz. Yalnız kalmayayım diye Seferaa’nın büyük oğlu Tahsin için de ayrı bir yer yatağı seriliyor. Çok yorgunum, çok da çocuğum daha, yastığa beş kala uyuyorum.
***
Ertesi sabah peynir, yumurta, tereyağı, sıcak lavaş; güzel bir kahvaltı sonrası okul…
Daha okulun dış kapısını açar açmaz o güzelim koku… Yıllar boyu sevdim bu kokuyu ben. Ona kısaca ÇON kokusu derim hep. Öyle her yerde her ortamda da açılımı tam telaffuz edilemez zaten; haydi, bir defalık yazayım, görmemiş olun. ÇON kokusu: “çiş, osuruk, nefes” kokusunun kısaltmasıdır. Onlarca ilköğretim öğrencisinin bir arada olduğu sınıflarda ortaya çıkar. Çankaya İlkokulu’nun şık, temiz, pırıl pırıl sınıflarında da vardır, şehir varoşlarının ilkokullarında da. Şehir okullarında altıncı sınıflardan itibaren bu kokuya deodorant ve parfüm kokuları da eşlik etmeye başlayınca birazcık daha ağırlaşır.
Burada da var, diğerlerinden daha keskince ve aynı koku. Bu kokuyu sevmezseniz öğretmenlik yapamazsınız. Sınıflardan taşar, okul koridorlarına yayılır, okul bahçesinde bile duyumsarsınız. Öğretmenliğin vazgeçilmezidir.
İçeride iki derslikle bir müdür odası var. Dersliklerden biri boş, diğerinde 7-12 yaş arası 40-50 öğrenci ve Adil öğretmen. Dışarısı çok soğuk, bir köşede gürül gürül tezek sobası yanıyor. Her öğrenci her gün iki tezek getirmek zorunda. Tezek, kalorisi yüksek bir yakacak. Hayvan gübresinden sıkıştırılarak yapılıyor. Koyununki ineğinkine göre çok daha yüksek kalorili olduğundan onu tavsiye ediyorlar. Daha sonra kendi sobam için daha pahalı olan koyun tezeği satın alacağım.
Çocuklar merakla beni süzüyor, izliyor ve gözlüyorlar. Hemen yayıldı zaten köye:
“Yeni örtmen gelmiş.”
Büyük sınıflarda olanlar yanaşıp “Hoş geldin örtmenim,” diyor. Küçük sınıftakiler ve kızlar çekingen, gelemiyorlar yanıma. Mükremin, Selma ve Selahattin ile akşamdan tanıştığım için onlar daha rahatlar, yanıma geliyorlar, sohbet ediyoruz. O günümü Adil öğretmenle birlikte okulda geçiriyorum. Çocukları tanımaya, isimlerini öğrenmeye çalışıyorum. Çok yaramazlar, bazıları Adil beyden ara sıra tokat yiyor.
Okulda bize birleştirilmiş sınıfın ne olduğu öğretilmişti ama 1-2-3'ler bir arada, 4-5'ler bir arada diye anlatılmıştı. Burada hepsi bir arada, çünkü tek öğretmen.
Adil öğretmen paydosa bir ders kala beni çocuklarla baş başa bırakıp çıkıyor.
“Öğretmeninizi üzmeyin çocuklar, bundan sonra derslerinize Yakup öğretmen gelecek.”
“Peki örtmenim,” diye bağırışıyorlar.
İlk dersim olacak burada, ne yapayım, ne yapayım… Haydi bir şarkı öğret bunlara. Müzik en iyi iletişim, yakınlık ve sıcaklık kurma yolu. Ders boyu Saip Egüz öğretmenimin “Halay” şarkısını öğretiyorum. Ders sonunda bir gruba şarkıyı söyletip diğer bir gruba halay çektiriyorum. Ve oynadıkları halaya inanamıyorum. Düğünlerde öğrenirlermiş, çok güzel oynuyorlar.
Sonraki yıllarda katıldığım düğünlerde bana da öğrettiler, her düğünde halaya kalkar oldum.
* * *
Paydos saatinde Adil öğretmen geliyor, çocuklara kısa bir veda konuşması yapıyor. Bazı çocuklar ağlıyor, çoğu kız. Bir tanesi hıçkırmaya başlayıp dışarı kaçınca ben de çıkıyorum yavaşça.
Çocukları evlerine gönderdikten sonra Adil öğretmenle küçük müdür odasına geçiyoruz. Devir teslim işlemlerini yapacağız ve okulun müstahdemliği, öğretmenliği, müdürlüğü hepsi birden bana devrolacak. Evrakın altına imzamı atıyorum.
Yaş on sekiz, okul müdürü. Çok tuhafıma gidiyor bu durum.
Ertesi gün Adil Darıcı eşyasını yükleyip köylülerle vedalaşıp gidiyor. Lojman boşaldı artık bana ait, ama orada kalma şansım yok. Bavulum ve içindeki bir iki giysi, havlu, don, gömlek dışında hiçbir şeyim yok çünkü. İlk maaşa da bir hafta var, mecburen bir hafta Muhtar Âmet’in odasında konuk oluyorum.
Okula ziyaretime geliyor ve köyün imamıyla da tanışıyoruz. Adı Bahattin. Çok ilginç bir insan İmam Bahattin. Benim bildiğim imam dediğin sakallı olur, bu sakalsız. Her sabah sinekkaydı tıraşını olur. Bir gözü hani “pörtlemiş” derler ya, öyle bakıyor. Bu nedenle lakabı “Kör İmam”.
Onunla da güzel dostluğumuz oldu iki buçuk yıl boyu. Bahattin İmam’ın ardında günde beş vakit, artı Cuma, artı Teravih, artı Bayram namazlarında hiç aksatmadan saf tutan Seferaa nedense pek hoşlaşmaz ondan, konusu geçerse: “La sektiret şu pörtlek gözlüyü," der.
Maaş günü geldi, İmam Bahattin’le birlikte Sivas’a gidip maaşlarımızı alacağız. Baharözü-Sivas arasında sabah gidip akşam gelen tek ulaşım aracı minibüse biniyoruz. İl Millî Eğitim Müdürlüğü muhasebesinden ilk maaşı alıyorum:
“Of, hele şükür.”
Biraz dolaşayım Sivas’ta. Madımak Otel’in (daha yakılmasına yıllar var, sapasağlam) biraz ötesinde küçücük bir dükkân, incik boncuk, ufak tefek hediyelik eşya falan satıyor. Camekânında bir gitar görüyorum hem de klasik gitar. İçeriye ok gibi dalıyorum. Alıp akortlayıp çalıyorum biraz, harika geliyor bana. İçindeki etikette “Ritmo” yazıyor, yazının üstünde Flamenko dansçısı bir kız figürü. Gitti maaşın dörtte biri…
* * *
Bugün şu ardımdaki duvarda asılı duran gitar, işte o gitar…
* * *
Ufak tefek bir şeyler daha alıyorum, Baharözü minibüsünde Kör İmam’la buluşup köye dönüyoruz. O hafta Ulaş’tan somya, sünger yatak, piknik tüp, çaydanlık, tava, çatal, kaşık, bardak vs. alıp Garadayı’ların traktörüyle getiriyoruz. Artık lojmanda kalacağım.
Yumurta, tereyağı, peynir getiriyorlar sık sık, hepsi inanılmaz lezzetli. Hele tereyağı; üzerinde boncuk boncuk su damlacıkları, az önce yapmış Ayşaana, bir top getiriyor ki, yemeye doyulmaz.
Pilli bir radyo-teybim var, kötü ama müzik dinlemek için başka şansım yok. Pilleri çok çabuk bitiyor, birisi akıl verdi:
“Bir tane motosiklet aküsü al, teybini onunla çalıştır. Hem uzun dayanır hem de bitince Ulaş’taki akücüde şarj ettirirsin.”
Böylece pil masrafım ortadan kalktı, istediğim kadar müzik dinlerim.
* * *
Paydos saati. Çocukları evlerine yolladım, herkes işinde gücünde, ortalıkta kimse yok. Güzel havalarda okul duvarının dibine oturup akülü radyomu açıp müzik dinleyip güneşlenmek güzel. Açtım, Vivaldi Mi Minör Viyolonsel Sonatı başlamasın mı? Ben bunu geçen sene Gazi Konser Salonu’ndaki konserimizde çalmadım mı? Konserden sonra bu sebepten okulun en güzel kızlarından birini tavlamadım mı? İnsan “ne oldum” değil, “ne olacağım” demeli. Ortalıkta kimseler de yok hadi ağla biraz…
* * *
Uzaktan Gotügırmızı geçiyor. Evi az ilerde, el sallayıp selamlıyor. Burada herkes lakabıyla anılır. Bunun çocukken pantolonunun ağı yırtılmış, anası da kırmızı bir bezle yama yapmış pantolonun oturma yerine. Adamın ismi o gün bugün “Gotügırmızı”. Bu boncuk gözlü, sevimli adamın asıl adı “Hacı Mustafa”. Hacıya gittiğinden değil, nüfus kâğıdında öyle yazar. Zaten asıl adını da pek kimse bilmez, bu hoş lakabı bilinir.
Bir de Garpuz Memed var, yanakları kırmızı kırmızı. Küçükken daha kırmızıymış tombul yanakları. Buyrun size “Garpuz Memed”. Garpuz’da harika bir ses ve kulak, nefis türkü söyler. “Garpuz hele bi türkü söyle de dinleyek” dediklerinde hemen elini kulağına atar ve aklına ilk gelen türküye başlar:
“Mektebin bacaları vay lele lele lele vay lele vay.
Ders verir hocaları vay lele lele lele vay lele vay…
Kim yarimi överse vay lele lele lele vay lele vay.
Odur birincileri vay lele lele lele vay lele vay…”
Bir de inanılmaz iyi anlatıcıdır Garpuz Memed. Uzun kış gecelerinde lojmanıma uğrar, tezek sobası başında, gaz lambasının kör ışığında bir öyküye başlarsa, bil ki en az iki saat sürecek. Öyle tatlı anlatır ki, hiç sıkılmadan dinlersin.
Seferaa’nın evinden sonra bana en yakın olan Garpuz’un evi. Seferaa’nın evi okulun birazcık aşağısında, Garpuz Memed’in evi birazcık yukarısında. Şu önünde traktör olan, Seferaa’nın bitişiği ise Garadayı’ların evi.
Garadayı da çok âlem; adı üstünde koyu esmer, dünyalar tatlısı bir adam… Köyde traktör sahibi olmak ayrıcalığına sahip birkaç kişiden biri, traktör sürmeyi ondan öğrendim. Seferaa anlatmıştı: Garadayı evinin avlusuna güzel bir hela yapmış. Sonra köy odasına gelip anlatmış helasını:
“Gonşular bir hela yapdım. Pek gözel oldu. Babamı bile sıçırtmam habarınız olsun…”
Seferaa’nın yalancısıyım, aynen böyle demiş.
* * *
Köye yıllar sonra ikinci gidişimde beni gene köyün ortasındaki mezarlığa götürdüler. Diğerleri üç Kulhü bir Elham okurken Garadayı’nın oğlu Emrah, kocaman bir adam olmuş artık, kulağıma fısıl fısıl anlattı:
“Astımı varıdı hocam, iki sene evvel gaybettik Garadayı’yı.”
Allah rahmet eylesin, çok iyi bir insandı Garadayı.
(Devam Edecek)
***
Deli La Bu Örtmen – Anı/Öykü - Yakup Kıvrak
Müzik Eğitimi Yayınları, 2011
www.muzikegitimi.net
Sivas 0534 489 55 20
YanıtlaSilIstanbul murat ben bayanlar şimdilik sadece mail bekliyorum tanışalım nihatselimiye@hotmail.com
YanıtlaSil